Er Sureti

Kaderdi soyut, hiç bilmezdim,
Ekmeğimi böldüm, söğüdümü sevdim,
Bülbül gibi şakırdı çocuklar,
Ve ağlardım deliksiz uykumdan hemen önce,
Uzun yağmurluğumdu zırhım, kalemimdi kılıcım,
Bir kalkanlık dost aradım.
Sabrımı kutup yıldızından, yaşlarımı hiç görmediğim okyanustan aldım,
Sigaraya erken başladım, ilk ay tutulmasında bıraktım.
Uçurtma misali uçurttum ruhumu, ipin ucunda bir kaya,
Öğrenmedim değil ama öğretileni beğenmedim, ya da ezberleyemedim.
Kıvılcımları her yana saçılırken yaratmanın,
Yaratıcıyı kaçırdım, kayıp gitti ellerimden,
Oraya baktım, buraya baktım, sorumu soracak zat bulamadım.
Yalnızlığın türküsünde hafif bir tınıydım.
Kaybolmamak adına tüm duvarlarımı tırmaladım,
İzim kaldı, bir izim kaldı geriye.
Ne beden, ne ruh ki çok uzaklarda dans eder şimdi.
Ne de kaya; yıpranırken sebebi belliydi.
Törpülendi geriye kalanın öğrendikleriyle,
Kaybeden seçtiler oyunun başında,
Gözümde bir bağ, gebelikten bıkmış bir ebe,
Ve sobe, son ebe, sükunet-i darbe…
Pespembe gök ve alabildiğine okyanus,
Alamadıklarıyla saçımdan bir tutam ellerimde,
Beyazım hala yok ya da görmem yasak,
Sevdamsa er suretinde,
Beyaz çarşafta kuş tüyü izinden lekeler,
Duvarım kirli, ellerim de…

Dinamit'ten Tahtında Bir Hükümdar

Hepsini yemek zorunda olmadım çoğu zaman.
Aldatılmakla kurcalanırken aldanan ben değilim aslen.
Yüküm yükümlülüğümden, kaldıramadıklarımsa gördüklerimden ibaret.
Bir düğüm, bir bölüm daha; bir ölüm, bir çözüm daha…
Aydınlığa bir tutam inanç kalmışken elde kalan bir,
Oda ardı sıra yalandan, bir günahlık sevdadan.
Hep korkutulduğum sonlaraydı hevesim.
Hep sonları sevdim, kötü de olmadı.
Deneysel bir hayattı ve olağan bayattı.
Ben suladım her gece filiz vermiş rüyalarımı.
Her gün doğumunda bir mahsulüm vardı.
Öyle çok tuttu ki fidanlarım, kendimden öte bir bahçe yarattı.
Yolların bilmediği öyle çok yer gördüm ki,
Birine rehber olabilirim sandım, tanrım ne çok yanıldım…
Oysa yolcum tekil geçen zamanmış,
Kolları ardına sarılı, yalnızlıkla son kalanmış.
Sanırım benden yedi yıl yaşlım haklı,
Sanırım kendimleyim sadece, istedim ki artayım,
Kaldırımı tanık bir yosma olayım,
Saksımdan sıçrayayım, köklerimden arınayım.
Kendime vadeli bir sonda azınlıktayım.
Vaktini ileri atmalıyım, evimden çıkmamalıyım.
Lakin bilirim; kendini her gerçekleştiren,
Tahtını dinamitten, hükümdarlığını feodaliteden,
Halkını kendinden, mührünüyse yanan izmaritten bilirmiş…
İzmariti tahtında söndürmeye niyetli,
Yıkımı sadece ve sadece kendinden ibaretmiş…

Çarpsaydı...

Hüznü satabildiğimde tanıştım onunla,
Bir dilek üfledi bana tuşların arasından.
Biri şarkı söylemeliydi kulis ardında.
İkimizde duyduk kaçışanların sesini.
Bir ordu az gelirdi paylaşılanların kalesini zapt etmeye.
Kalenin kulesinden aşağı bırakıldı kalbim.
Bin parçada çoğalana dek havada geçirdiği zaman,
Ve o tuhaf rüzgarın esişiyle günün aydınlanması…
Hayattan alamadıklarıyla bana bir ömür gibi gelen an,
Sonunda yere çarptı diyebilmeyi çok isterdim,
Ama kalbimde, ruhumda asılı durdu, kulenin tuğlalarına inat,
Yaşamaya meyilli ve çırpınmasından ibaret olan…
Kaybedilen ne acımasız ve koşullu bir zaman…

Ekim'de Sonlandı

Ekimde sonlandı evrenin çoğalması.
Yerden bir karış, duvardan duvara on adım.
Çamurlu, çamursuz tüm takunyalarla,
Gezildi merakın içerdiği koskoca bir dünya.
Hep buraya kadar denirdi ama ona hiç öyle gelmezdi.
Durmasına neden bir başkası değildi.
Sus demişti biri ama o bile ötekiydi.
Tüm bedenden bir kaba biçimli,
Kabı şekilsizdi, nedeni hala belirsiz.
Birde gök gürlemişti perdeden kararlı, tek atımlık.
Kumrusu kaçak, penceresi macun kokan,
Tavanı isti, yolu çizik, enikonu hayattı; çok sevildi.
Bir isim vermişlerdi istenilene dair.
Bir de plastik bir tabanca, erkekçe sevsin diye…
Sevebildi mi dersiniz; güldürmeyin beni…

Işığımın Pervanesi...

Zamanın sırasıydı, yolu açık bir seyirci,
Dinlendiği kadar kızmıştı, kızdığı kadar kinci.
Kudurtan bir dille yattığı yerden günah kustu.
Dağıldı sigaradan doğan duman ve kül.
Atıldı yalnızlığın son, ağır çapası.
Sıyrıldı ruh ve öne geçti yarının sırasında.
Kandırılamayacak tek şeydi ay ışığı.
Dünya görmezken o tapandı ışığa.
Sularımda ne aradı tatlı su balığı bilinmez.
Ama haklıydı kaçmakta hayatım bir ısırımlıkken.
Son dilim kalmış pasta, mumları sonsuz kez yanmışken,
Kapının ardına meraklı bir çocuktum ben,
Işığına kanmış çevresini aydınlatırken.

Gidecek miyim ?

Sakin bir akşamın çiğ düşmemiş ilk devrimiydi,
Durabilmeme şaşkın bir kaç martı vardı, karanlığın tadı kaçtı,
Dişimin arasına sığınmış yem gibi sakındım seni herkesden,
Kanadına takılmış kırık bir tüydüm ya, koparıp atamazdın,
Zarfına yapışık pulu kim söker... koleksiyonerler...
Zamanını tütsüleyene kim dur der... köleler...
Kılıfından çıktı ruhumun hançeri,
Birini seç dedi melek, seç birini sapla,
Ağlama çocuk, ağlama...
Kanunlara savaş açmışçasına yıktım çardağı,
Tepeme yıkılanlar kadar ağırdım, kayıplarımın sesleri çoğaldı,
Karanlığıma sığındıkça kahkahalarla sarındığım kaygısızlığım yolumdaki gülleri topladı,
Cevap ver bana, cevap ver serkeş... konuşsana,
Efendin kim söyle bakalım, benden kaçma, kaldırımı kandırma, yola fırla,
Arabalara sen çarp, seç birini,
Işığı takip et, ışığa tutun, alıp götürsün gözlerini,
Her yere işedin yetmedi, üstüne çay dökülmüş çok mu?
Anason kokulu sabahlarından uyandığında nasılsa günün sonu bellidir,
Kurcalama, nasılsa biri anar adını, gidersin, gelirsin, gidersin...
Git demesen yahu... gitmesem arkadaş, yorulmadım ben be dost, susmasana?
Yordum... gittim, kaldım... zaten her yerde hepinizden biraz vardım...

Silinmiş izim bak, adımı söyle, fikrimi söyle, nasıl bilirdin beni söyle,
Hayır de, çekme de, vurma de...
Düşerim elbet, dünyanın çekimi üstümüzde,
Ama senden bir şey isticem dost, zemine deymeme izin verme...

Odamın Sesi

Lambayı yak, bir iskambil numarası seç,
Şaşırt göğe bakanı, besle yem olmamış balıkları,
Sesi kıs, sesi boğ, sesi yut…
Kandır komşunu, evi yak, perdeni kapat,
Suretini bir başkasına boya, eline bir kez keman al,
Sesi kıs, sesi yak, sesi azalt…
Nadir bulunur gümüş bir parayı dilek tutmadan havuza at,
Ardından kiliseye git ve bir mum yak,
Kibriti atma, cebinde sakla,
Sokaktan birini seç, en berbat numaranla tavla,
Yarım ekmek midyeyle sayısız arjantin iç,
Boğazını parmakla, mideni boşalt, denizi kus,
Boğaza in, bir simit al bir milyona, susamlı olsun,
Sesi kıs, sesi sus, sesi kustur…
Zamandan ayar yap, dostunun ayarını kaçır,
Gıcık bir ses tonu edin, bakkaldan on yumurta bir ekmek al,
Eve dön, pencerene geç, yumurtaları mahallene savur, kalkanın çocukluğun olsun,
Ekmeği ye, nede olsa yeterli seni beslemeye,
Sesi kıs, sesi çiğne, sesi kutsa…
Kemir karyola başını, cilası kalmasın, ağacın damarlarında zamanı ara,
Burnunu karıştır ve en sevmediğinin ceketine sür,
Raylar arasında koştur, bir sağdakine yakın bir soldakine,
Ayakkabı bağlarına düğüm at, ayağından bir daha asla çıkarma,
Bir soytarı ol korkut, bir dost ol kandır,
Bir yabancı ol adresi bul, biri ol kasıp kavur,
Sesi kıs, sesi durdur, sesi ne…
Sesi kur, sesi kaldır, sesi tut…
Sesi sus, sesim sende, sesimden sana ne…
Sesi kim, sesi kime, sesi kime ne…
Zorlama; sesi kıs…
Kıstım anne…

İçinde Boğulası Sular

Kırılgan kelebekliğinle bana her sürtünüşünde anlattığın,
Nefes alıp verirken içinden bir yangın bıraktın,
Zümrüdü Anka olsaydım küllerimden doğmazdım.
Alev kadar yakıcı aşk, duman kadar uçucu,
Küllerse geriye bakan, arda kalan gibi ağır,
Ben kelebek kanadından tatmışken rengi; zehri,
Küllere el sürmem, bırak dağılsınlar.
Etrafım tellerle dolu, bırak biraz batsınlar...
Hayattan kaçmaktansa senden kaçarım kusursuzca,
Lakin bulandıkça bulandı şimdi aklım sana, kokuna, yatağına,
İçinde boğulası sularına…

Kan Kokar

Yatağımın altından çıkmış soğukkanlı korku,
Kanı çekilmiş bir masumun zindan misali aklı,
Devrik kitaplığın altında kalmış bir üçgen,
Sahibine bağımlı, tasma çekiminden kibirli köpek,
Sabunluğundan ayrı sudan nasibini almış, kuru sabun,
Terliğe yapışık akşamın artık meyvesi,
Çevremde gezindi kanımla dolmuş karanlık sineği.
O ses gerçekti, gerçek o sesten ibaretti.
Bir kedi köpeğin dişlerinde ezildi.
Ya da kör bir şoför üstünden geçti.
Asfalt kirli şimdi, sokak kan kokar.
Sinek kan kokar, sabun kan kokar, köpek kan kokar,
Yaşam cansız, zaman kan kokar,
Lekesi geçmez, akıl temizlenmez,
Vadide yankılanır çimenlerin masum sesi,
Bunun dışında pişmanlık var,
Kadın kan kokar, töre kan kokar, adam kan kokar...

Aldır Biraz Daha

Tesir ettiğinde aklının zehri,
Kalıtımsal mı diye dertlenir süt veren.
Kısa ama mutlu anlarını çerçeveler ki bilinsin yaşadığı.
Çevirmezsen yemeğini, dibini sevmezsin, tadı kaçar.
Görmezsen aynada kendini, elin bi başkasının saçlarını yolar.
Acı nedir diye sorulmalı çoluk çocuğa!
Haritaları onlar çizmeli, hatta kıtalar da yer değiştirmeli.
Savaşa oyuncakla gidilmeli ki sıkılınca ölünmesin; ölünmesin...
Kemerler o kadar sıkı ki ne pantalon düşer ne ahlakın maskesi.
Tuğlanı al eline, fırlat sana atılmadan önce.
Keskin nesneler şöyle bir dursun, nede olsa sen kesemezsin öylece.
Bir neden olmalı, gözlerinde öfke ve kibarlığınca kefilsin kibirine.
Hey geçip giden! Sen kimsin? Ben gibisin...
Göstergem sıfıra aşina, benimde iznim var geçip gitmeye.
Kesin yolumun sorgusuz ve afilli ilk dönemecinde,
Kalbime saplanan oklardan ibaret somurtur bir bilmece.
Ama onlara kalmadan sebepsizce tükendi kendini bilmez son cümle.
Önemlisin bence, kendinden gizlisin ve kayıp insanlığın sadece...


Yalnızlık Bir Durak Olduysa

Yalnızlık bir durak olduysa hep dönüp arındığın,
Kaldırımlara yakın yürüyorsan ve gölgen güneşe inat saklanıyorsa,
Ürkek bir tavrın varsa soluk alışlarında,
Ve çekinmeden veriyorsan içinde ne kaldıysa,
Zalimden insaf dilenmiyorsan, yalvarmayı unuttuysan,
Adını silik yazıyorsa her eline geçen kalem,
şaşırmıyorsan,
Kabuğunu çok uzaklarda bilerek ve isteyerek bıraktıysan,
Ne kadar yaşarsan yaşa, önemi yok diyorsan,
Doğumunun yılda gelen tek günü seni mutsuz ediyorsa,
O gün kayıpsan insanlardan ve en çok aynadan,
Yorgunsan, suskunsan, inançsız hatta biraz da kırgınsan,
Ne biraz ötesi oluyorsa yolunun ne de gerisi,
Tam ortasındaysan hiçbir yerin, hala bilmiyorsan neden?
Yaşıyorsundur dostum, sadece ve sadece yaşıyorsundur,
Başka bir anlamı yoktur...


Değişmemeye Meyilli

Sabahın ilk umutlarıyla ıslanmıştı çimenler, kristal meşalelerdi üzerine basılmadan önce.
Geçmişti, akşamdan kalma mide bulantısı ve baş dönmesi, ağrı kesici kahvaltıdan sonraydı…
Kirli lavaboya dayanmış yarı uyanık, yarı bitkisel, güne ayıldığının bilincinden çok uzaktı bir adam…
Ayaklarından yukarıyaydı kan akışı ve beyninden geçenleri savururdu, yoğun müzikten bunalmış kafatası.
Bir şişeye bastı, sonra birine daha… Yolundan çekilmiyordu sanki şişeler bitmelerine rağmen dün gece.
İçmeye kasa kasa neden varken, kanı sek akamazdı, yalnız kalamazdı, yaşlanamazdı, algılanamazdı, ağlamazdı…
Eline baktı, avucuna yazmıştı, ne yazmıştı, kimi yazmıştı hatırından kaçtı…
Zaten hepsi bir kaçıştandı, o kadar hızlı koşardı ki geriye baktığında hala bir umudu vardı…
Bugünse kayıptı, başarmıştı, kendinden kayıp bir adamdı ve kahvaltıda ne yemekten hoşlandığını hatırlayamadı…
Vazgeçti kahvaltıdan da ağrıyı kesen ilaçtan da, acıyı çekmeliydi ruhu, kanı çekilmeliydi ki yakınlığını hissetsin toprağa…
Telefon çaldı, açtı… Sesi bir hırıltıydı ama karşı taraf alışkındı, verdi adresi…
Bir sonraki gecenin unutkanlık sofrasında ayrılmıştı yeri, geriye doğru sayması gerekliydi…
Saçları karaydı, gözlerinde itaatkar bir köpeğin bakışları; gece geldiğinde hazırdı bedeninden uzaklaşan ruhunun çığlıklarına…
Zaman, sen bizi atla, sil, boz, kır, dağıt ama gel sen bizi atla…
İçimizde değişmemeye yeminli çocuklarla koşmalıyız biz uçurumun ardına.


'Kayıp Bir Çocuk Aranıyor'... Sakın Bulmayın!

O kadar çok şey oldu ki çocuk, nereden anlatmaya başlarım bilemiyorum.
O karanlık odandan çıktığından beri öyle uzun uyudun ki çocuk, öldün sandım.
Tanrıların vardıya kendince oynadığın, kanatlarından sorumluydu hani biri; kanat takmasını bilirdin...
O tanrılar gerçekmiş çocuk, elin gerçekten kanar, kanadının tüyleri uçuşurmuş...
Ellerinde etin kalırmış, bıraktıklarında lime lime yere inermişin,
Sen kıvranırken yerde çocuk, onlar gülermiş ağız dolusu.
Birde bana dur demiştin, ben ikimize de yeterim, insanları severim, onları yenerim...
İşte onlar çocuk, onlar tanrı dediklerinmiş.
Elleri varmış almak için, döverlermiş etleri acımadıkça,
Dilleri varmış kemiksi, genede kimse tutamazmış aynaya bakmadıkça...
Sevimsizmiş çocuk, haklıymışsın,
Haykırmıştın, evet hatırlıyorum, bağırmıştın, sende ordaydın çocuk...
Gördün onları, duydun onları, korkmuştun çocuk hatırlasana...
Ağlamıştın yastığına, ıslandıkça yıkanmıştı kuş tüyü, kuşundan esirgenen özgürlükle...
Hatırladınmı çocuk ne yanmıştı canın, ne demişlerdi sana, ne söylemişlerdi,
Ne yapmışlardı çocuk konuşsana...
Anlatsana çocuk neden sustun gene, neredesin çocuk uyudun mu yine?


İstanbul, Bildim Seni...

Aslına bakarsanız kimse bilmez İstanbul'u neden sevdiğini,
Yollarının tozunu yutana açık vermez hiç bu şehir,
Bağnazlarını kollar, gerisiyle bir tutar.
Sevdaları saklar ama an gelir ihanetin en beteri oluverir,
Ne yaşayanlar kalır geride, ne yaşananlar.
Biz bir çaresiz insanlar için aslında fare kapanıdır bu şehir, ama sevilir işte, sevilir.
Ben bu şehrin dışına yasaklıyım, gittiğim de iç organlarım
Sızım sızım sızlar, aklım şehir de kalır,
Aç mı, açıkta mı, karanlık mı, yalnız mı?
Tüm pisliğini insandan alan şehir inler uzaklardan,
Ruhumun bedende deydiği yerlere bir mühürdür bağım.
Çok sonra, çok sonra anlaşılır eskimişliğindir onunla paylaştığın,
Seni iyi tanır, senden ne isterse alır.
İster sürükler seni yollarca,
İster olduğun yere yapıştırır,
Kalırsın orda yıllarca, ne sesin çıkar, ne ruhun...
Bir tek yol vardır zaten ebedi kaçışın,
Onu da kullanır İstanbul’u çözmüş akıllı insanlar,
Bilirler ki İstanbul "SON" demez,
Bilirler ki İstanbul "SON" bilmez.
Ne bileyim işte, bazen bakıyorum da genç mi genç bir oğlan var karşım da,
Selvi boylu, narin ve zayıf,
Bazen de öylesine yaşlı beton bir şehir, ölümüne yakın durmakta...
Acıyorum İstanbul sana, sen hiç aldırmasan da ben acıyorum yalnızlığına.


Git Be Aşk, Bırak Beni...

Kabına sığmayan tüm gelgitlerin şiiridir bu,
Gelen ve gidenlere yol verir satırları, uğurlar tüm yolcuları.
Kala kaldığım ve şaşkınlıkla garipsediğim zamanlarım eskidi,
Alışkanlık oldu zamansız gidenlere akıtılan gözyaşlarının adı.
Tadında kalmış gibi duygularım, asla bayatlamadı dünden kalanlar gibi.
Güç sanılası tüm varsayılanlar yalan aslın da,
Gerçeği bir yol verenler bilir, bir onlar sus dediler akla,
Ki zorların en büyüğüdür akla hükmetmek, ruh çırpınırken yaralı kanatlarıyla.
Nabzı duyulanın yazgısıdır olgunlaşmak, dalından sarkmak.
Yere kavuşmanın da günü gelir, ama bu o şiir değil...
Tıpkı göç eden kuşların sabrı gibidir öylece durmak,
Giderlerken hissedersin ne denli anlamsız zaman.
Saat ilerler ama durmuştur senin için zaman,
Ne hayatın izi vardır yüzün de, ne ruhunun çığlığı duyulur.
Ağlamazsın ve durdurmazsın onu, bacakların da titremez,
Çare aramazsın, düğümü açmazsın, kabına sığmazsın,
Yanılgınla hayatın başlar o saniye, derin bir nefes alırsın,
Ve "budur güç denilen" dersin, acizliğinin ardı sıra...

Güzel Meşenin Şiiri

Bir gün tırmanmaya karar verdim
En sarp, en tutarsız ve en ansızın
Belirsizleşen bir tepeye.
Dumansı bir tavırla sallandı meşe
Esmiyordu rüzgar ve sis de dağılmamıştı.
Anladım; selamıydı bu yılları sayılmayanın.
Durdum bir an ki uzundu, sustum,
Dinlemek için nefesini, can alış verişini.
Bitkin değildi, yorulmamıştı meşe.
Sevmekten vazgeçmemişti kesik başlı dağı,
Üzerinde süzülen martıyı, dallarında oynaşanları.
Tüylerim ürperdi yosun yeşili dallarına.
Sanki saygım rengineydi; seçimine.
Belirdiğinde güneş, herşey aynıydı.
Martı yoktu, dağ daha da büyüktü.
Yok oldu tüm sesler görüntüler,
Şimdi sade bir meşeydi sadece,
Yoktu bana bakan gözleri;
Belki de yok oluşuydu yazmamın sebebi...


Çazarez-Nemau

Çazarez'in aklıydı Nemau,
Sarmal bir kapısı, şeffaf duvar yazıları vardı.
Oldu mu bir kez gece, uyanırdı Nemau kara mı kara,
Her anından bir parça ve gözlerinden yaşı almıştı, hepsi o kadardı.
Ne işe yaradığını anlamazdı, Çazarez ona anlatmazdı nedenlerini,
Kapalı bir kutudan fırlayan bir kedi gibi oynardı onunla,
Ne camı açardı, ne de bacayı ki kaçmasın dışarı.
Görmezdi onsuz ne yapıyor Çazarez, bilmezdi karanlığının dışını,
Yalnızca onun sundukları vardı tabağında,
Çazarez korurdu aslında onu, acıma sındı onun kadar canı.
Acı vardı karanlığın ardın da, saklı kalmışlar Nemau ya göre.
Tek çözüm buydu, Çazarez tüm olanları yutmuştu,
İçin için ağlardı Nemau'ya verdiği yaşlarla ama hiç akmadı ondan yana.
Kapısı aşılmaz, camı açılmaz, yazıları okunmaz oda da saklıydı,
Tüm kapanmış gözler kadardı masumiyet ve küstü açık olanlara.
Çok önceydi ölüm, çok önceydi fırtına,
Adı anılmazlara lanet okunduysa da zamanın da,
Artık bir hastane odasın da, insansılardan çok uzakta,
Hareketin aksiyle dost, arada alınan ilaçlarla suskun,
Yatardı Çazarez, Nemau’yla aynı yatakta.
Işık girse de 40 numaralı odanın penceresinden,
Artık hayat Nemau ya sunulan kadardı.
Hiç olmadı başka bir şey,
Hiç oldu yaşanılanların adı,
Kimse bilmedi ne Çazarez'i,
Ne de içinde sıkışıp kalmış Nemau’yu.
Gün oldu, gece oldu, hep zamana meydan okudu Çazarez,
Nemau’nun namusunu korudu, artık yoktu yolun sonu.
Mutluydu...


Hüznü Bol Şiir

Bir dua ile başladı sözcükler.
Anı bölen bir tınıydı sadece.
Sevimsiz görünen ama bir o kadar
Yabancıydı zaman, sallanan adama.
Zeminsizlik hüküm sürerdi, en
Belirgin ve en sabit oydu.
Havanın sessizliğiyle ezilen ben,
Demirden bir avluda, ıslanmış ipte,
Sevimsiz gelen; kırık bir sandalyeye basamayan sen...


Bugün

Canımın yanmasından, kalbimin durmasından, aldanmaktan değil,
Sadece ezik ruhumun susmasından durgunum.
Biliyorum ne denli geçersiz tüm insanlar için sebeplerim.
Tırnaklarımı sökseler de yapardım.
Aklımı fırında pişirseler de kullanmazdım.
Adı aşktı ve en güzeldi...
En garibi de bunca eşitken diğerleriyle farklı hissettirendi.
Tanrının meyvesi sandım ve tüm yasakları bir kenara attım,
Sana ruhumu açtım tüm duvarlarımı ortadan kaldırdım.
İçeri aldım ve sımsıkı sevdim.
Elimden gelenle yetinmedim ne söz kaldı söylenmedik,
Ne de seni benim sınırımda sakladım.
Sen benimdin ya serbesttin,
Sevmekti tek bildiğim sevilmekte seninkiydi.
O kadar ki sevilmeyi beklemeden ben ne varsa bana dair senindi.
Her an içindin her gün her yıl, tüm bir ömürlük.
Ve ezip geçmek içindim ben senin için öyle değil mi?
Evet, öyleydim ben seçtim,
Buna hakkın vardı sevgilim.
Çünkü ben sevdim.
Bugün oldu bu yazdıklarımın adı.
Anlamı sadece bende saklı.
Bugün anladım senin yazdıklarımdan hiçbir şey anlamadığını,
Bugün biten sendin.
Bense hala ezilmeyi bekleyenim,
Gel de ez hala sevebildiğim,
En son ruhumun sustuğu yerdeyim.


Bir O Kalmış Mış Mış Mış...

Doyumsuz rüzgarların fısıltısı,
Dumanlı dağların arasından uyandı.
Baktı ki bir o anı yaşayan, bir o kalmış,
Gibi sabahın ilk ışıklarına uyanan,
Bir oymuş gibi dağlar aşan,
Vadileri yaratan, bulutlarla savaşan,
Yalnız olduğunu fark etti.
Susmak geldi içinden, varlığı ağır gelmişti.
Benliğine bir vedayla,
O anda doymak istedi hayata.


Bir Çift Kanadım Olsaydı...

Uçardım elbet, uçardım tabii ki.
Adım mı atsaydım yürünmez kürede,
Düşse miydim hasırdan dikenli bir sepete?

Sarmal olmuş yumak yumak insan;
Devekuşu bile gömmüşken düşüncesini,
Ben ne bekleyeyim dervişe verilmeyeni.

Elbet olsaydı uçardım, zamanımı geçerdim.
Kalmazdı ne bir metre gerim, ne bir metre ilerilerim;
Kalemimin ucu kadar uçsuz olurum, bucaksız kalırım.

Kanadım; melek kanadım, kırık bile olsaydın,
Belki sıçrardım, düşer, kalkar yine oynardım.
Kuşlarla yarışı kaybeder, yarıştım diye gururlanırdım.

Yok kanadım, uçmayı da öğrenemedim.
Salt rüzgara talip, beklemedeyim.
Zamanım beni unutur ve ben kendi içimde boğulur giderim.

Ama penceremden geçen martı şimdi nerede...
Ne bileyim.
Ben gene düşlerim, düşlerim, düşerim.


Bir Ara

Sıkça duyulmadık bir şarkının etkisindeyim.
Belki bestesi anonim, ya da
Sözleri ilkel şairlerinkinden alıntı.
Bir ezgi aslında beni alıp götüren,
Derin karartıya ve sonrada bulutların ardına.
Gün ışığı yarışırken yağmurla,
Tam düşerken ilk damla toprağa,
Bir ışıma ayıltıyor bilincimi; yıldırım.
Ve her şey, ya da hiç yok oluyor bir anda.
Aslında evimdeyim,
Radyoda bilindik bir şarkı,
Elimde sarılmış cigaram,
Ve ağzımda çayın acı tadı.


Başım Boş

Başı hiç olmamış hikaye sanılası gene belirdi gözümde.
Dün müydü yarın mı, ertelendi öylesine.
Gözümün alabildiğini bilmek yetmedi; gözüm yetmedi yüreğime.
Belki yürümedi aklım, ya da yeterli değildi,
Topal, sağır, kambur bir şekilde vardım.
Sonra birden sustu rüzgar, esmez oldu ruhum.
Tam dörtte bir asır yaşım ve ben hala yolumu bulamadım.
Bir o dosta çarptım bir bu dosta.
Ne zaman çarpacak bir duvarım kalmadı anlamadım.
Yıllandım ve belki de yıkılandım,
Zaman geçit verdi, rüzgar yön, toprak sır verdi,
Ben; ben sustum, anımsadıkça sustum, kavradıkça sustum,
Kavruldukça etim acım biter sandım.
Şiirim gene bitti, hayatım seyrinde,
Yaşamı yorumlamak her nabzı atanın elinde.
Yaşamı yormamaksa nabzı atanın elini tutmakta.
Bu da benim koyabileceğim son nokta.


Akıp Gidenlere

Yağmurdu akan suyun sebebi.
Zaman sanılası gücüyle,
Alıp götürdü her şeyi.
Sever miydim gidenleri?
Severdim elbet; görememek korkumdu.
Bilir miydim ayrılığın kapıda olduğunu?
Akıp giden yağmur sularına,
Bırakırım şimdi hüznümü.
Damla damla taşırlar şimdi yükümü.
Hayat göreceli seyredenlere,
Yaşamsa yok artık suyla akıp gidenlere.


Baktım ki Anlamadınız...

Makbul bulunandandır acım, ağrıtır iğne misali sözler,
Gaf yapma durumumdan suçluyum ve tanık bulamam haklı savım da.
Ancak bitmez ki yaşayanın çilesi, anlatmaksa derdi,
Ne yargılanmadığım bir gün bilirim, ne de sevgimi kabul ettirebilirim,
Kör ise ruh görmez, kapalıysa tüm kapıları içeri giremem.
Bir savaşçıdır bedenim, dayanır yerçekimine kemiklerim,
Dişlerimi sıkmamsa ruhuma denk gelen şiddetten.
Kaçınılmazdır kartlarınız açık oynarken görünmeniz,
Kimliğinizi her allahın kulu, ya da her tanrı bilecektir.
Cevabı veremem ki, soran aslını gizlerken,
Benim kara kulemden görünür oysa tüm gizli kapaklılar,
Biraz sarhoş olsam oynarım kişiliklerinizle.
Alay da olmaz amacım, yıkıcıdır yaptıklarınızın karşılığı.
Bir bilseniz, bir bilseniz ne acı,
Varken yerkürede, yok olmak anlam mertebesin de...
Siz bilmez misiniz ki kurban değildir her son doğan,
Ya da ilk soran, ilk bulan, geçmişte tanrı olan.
Bir elime geçse kabulümün fermanı, hepinizi seveceğim tüm kalbimle,
Lakin ne mümkün cüretim boyum kadarken onurlandırılmak.
Buralarda adı ahlak diye bir şey var, bir kap ki içi yoklukla dolu.
Oysaki gün her şeyin günü, en çok da özgürlük...
Bir gün güneş kadar parlayacağım tam gölgenizin aksine,
O gün ne utanç kalacak gözlerim de ki zaten gereksiz,
Ne de sevdamı gizleyen kara tül, apaçık belireceğim güleç yüzümle,
Hiç gitmemecesine saracağım köklerinizin çıktığı toprağı.
Şimdilik sözlerimin ardını salıyorum bedenimden dışarı,
O gün gelecek, o gün gelecek, biliyorum gelecek sevdamın zamanı...